Archive for Aralık 2012

Kuvvet neye deniyorsa biz ona talip olmaya mecburuz…

Bugün hiç adetim olmadığı üzere gazete yazarlarını gezdim. Birkaç yazarın gündemle ilgili yazısını okuduktan sonra Nureddin Yıldız’ın “Hangimizin ameli daha iyi olacak?” yazısına rastladım.
Yazıda “Kuvvet neye deniyorsa biz ona talip olmaya mecburuz” cümlesi aklıma kazındı. Devam…

Bir minik kız çocugu..

Ona hergün rastlardım kuyruğun bir ucunda
Bir minibüs parası sımsıkı avucunda
Uykusuna doymamış kırpışan gözleriyle
anlarsa baktığımı başı inerdi öne
Bildiğim kadarıyla ölmüş anne babası
Okulundan koparıp işe koymuş ablası
Ne rüyalar görürdü kim bilir yol boyunca
hep gülümserdi yüzü ansızın uyanınca

Bir minik kız çocuğu saçları darmadağın
Yollarda yalınayak üşür üşür üşür elleri

Meraklandım bir kaç gün durakta görmeyince
Tanıyanlar söyledi inanmadım ilk önce
Dalmış bir gün rüyaya mavi önlük içinde
Fabrika değil sanki bir okul bahçesinde

İşte o an dişliler kapmış iki elini
Böyle ödemiş yavrum rüyanın bedelini
tebessim donuk kalmış ağzının kenarında
soluvermiş minik kız henüz ilk baharında
Bir minik kız çocuğu bir minik kuş yüreği
ölümün kucağında üşür üşür üşür elleri

.

buzlucamdan yapılma bir kürenin içindeki filin garip hikayesi

Kalın buzlucamdan bir kürenin içindeydi fil. Küre yuvarlandıkça farklı yerlere gidebiliyordu lakin bu durum bir şeyi değiştirmiyordu. Görüntüler belirsiz, sesler boğuktu. Cisimlerin olduklarından büyük ya da küçük görünme ihtimali, farklı ışıklarda cisimlerin sahip oldukları renklerden farklı renklerde görünme ihtimali, duyduğu seslerin aslında öyle olmadığı ihtimali fili çıldırtıyordu. Uzunca bir süre o ağır cüssesine aldırmadan kürenin içinde büyük adımlar attı fil, şekilleri düzgün görmek, sesleri doğru duyabilmek umuduyla. Çatırtılar çıkartarak yuvarlandı küre. Ancak durum daha da kötüleşti. Kürenin dış yüzeyindeki çıkıntılar ezilmeye başladı, üstüne yapışan çerçöpe çatlaklar da eklenince buzlucam kürenin parlaklığı ve saydamlığı kaybolmaya yüz tuttu. Eskiden yanlış olma ihtimali de olsa en azından renkler canlıydı. En azından birkaç kelimeyi düzgün duyduğunu zannedebiliyordu. Artık bunları da kaybetmişti fil. Artık görüp görebildiği renksiz şekillerden, duyup duyabildiği uğultulardan ibaretti.

Filin önünde üç seçenek vardı: Ya nereye gittiğini bilmeksizin büyük adımlar atmaya devam edecekti, böylece küre gittikçe incelecek, çatlaklar daha da derinleşecek ve bir gün kırılacaktı. Ya da yüksek bir yerden kendini aşağıya bırakacak, dev küre paramparça olacaktı. İlk seçenek daha güvenli gibi gözükse de ne kadar olduğu kestirilemeyen uzun bir zamana ihtiyaç vardı. Filin ömrü yetmeyebilirdi. İkinci seçenek ise kısa yoldan çözüme ulaştırıyor gözükse de oldukça riskliydi. Çünkü o yüksekliğin küreyi parçalaması ve fili öldürmesi ihtimal dâhilindeydi. Diyelim ki öldürmedi, filin o yüksekliğe tekrar tırmanamaması ve her şeyi geride bırakıp yoluna bu düştüğü yerden devam etmesi gerekebilirdi. Üçüncü seçenek ise her şey yolundaymış gibi davranarak, kürelerinin içinde mutlu mesut yaşayan diğerlerine dâhil olmaktı.

Filin bu üç seçenekten birini tercih etmeye mecali yoktu.

Üçüncüsünü bile…

savasları asıl önemli kılan…

– Bay Calvini, IBBC gibi bir bankanın neden şirketinizden milyonlarca dolarlık güdümlü füze başlığı satın aldığını bilmek istiyoruz.

– IBBC Çin’den milyarlarca dolarlık silikon füze satın aldı. Bu füzeler Orta Doğu’daki ülkelere önceden satılmıştı. Tabi Vulcan güdümlü kontrol başlıklarıyla donatılmak şartıyla. Dünyada bu sistemi üreten iki şirketten biriyiz.

– Peki, banka neden bu füzeler için bu kadar yüksek masrafların altına girdi?

– Bu sadece bir deneme. Dünya üzerindeki çatışmaların yüzde 99’unda hafif silahlar kullanılıyor. Hiçbir ülke bu silahları Çin’den daha hızlı ve ucuza üretebilecek kapasiteye sahip değil. Skarssen, bu silahların üçüncü dünya ülkelerine satışında IBBC’yi tek aracı konumuna getirmeye çalışıyor. Füzelerin satışı da bunun ilk adımı olacak.

– Milyarlarca dolarlık yatırımın amacı sadece aracı olabilmek mi? Çok büyük bir kazanç getiremez.

– Hayır. Amaç silah satışından kazanç sağlamak değil ki. Kontrolü sağlamak.

– “Silah dolaşımını kontrol et, çatışmaları da kontrol et” mi?

– Hayır, hayır. IBBC bir banka. Onların amacı çatışmaları kontrol etmek değildir. Bu çatışmaların neden olduğu borçları kontrol etmektir. Yani savaşları asıl önemli kılan yol açtıkları borçlardır. Borçları kontrol eden her şeyi kontrol eder. Bu sizi şaşırttı, evet. Ama bankacılık sektörünün temeli budur. Bizi uluslar veya bireyler şeklinde ayırıp borçların kölesi haline getirmek… (The International)

Malik mulk melîk

Malik sahiplik manasındadır.
Gerçek maliklik yönetim olgusundan ayrı düşünülemez. Çünkü bir şey varlığı açısından başka bir şeye muhtaç ise, varlığı açısından o şeyden bağımsız değilse, varlığının sonuçları açısından da o şeyden bagimsiz olamaz.

Read more

Uçurumları sevin…

Yolumuza bir sözle devam edelim.
Alıntılarına şahit olduğum Kurt Vonnegut’un, rastlantısal olarak bir sözüyle karşılaştım.
Tam da bir arkadaşım gitsem mi gitmesem mi kararının eşiğinde ve hatta parasını “gitsem” tarafına koymuşken. Read more

soguk ne kadar soguk olabilir ki

Şimdi size çok basit bir şey söyleyeceğim.

Gece yatağınızda üç dakika için, üstünüze çektiğiniz yorganın sizi soğuktan, kurşunlardan koruyan siperiniz olduğunu düşünün.
Ve daha da sıkı sarılın çocuğunuza.
Bir de etinizi katın çocuğunuzu çeperleyen yorgana. Ama hepsi bu.

sonra düşünün…

Çok sükür

“Dinsellik ve yoksulluk arasında tek taraflı ve sabit bir ilişki olmadığı gibi, mezhep kimliği ya da politik aidiyetleri de ‘şükür’ tutumunda tek başlarına belirleyici değildir. Yoksulluğun ‘şükredilerek’ içselleştirilmesi, sadece kendilerini Sünni Müslüman olarak tanımlayan ve/veya kendilerini siyasi olarak sağda görenlerle sınırlı değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, hem Alevi hem Sünniler arasında, hem muhafazakarlar hem de kendini solda görenler arasında ‘çok şükür’ diyenlere sıklıkla rastlanmaktadır.” (Medya Ne ki… Her Şey Yalan! – Kent Yoksullarının Günlük Yaşamında Medya – H.Ergül, E.Gökalp, İ.Cangöz – İletişim Yayınları – s.49)

disim agrıyor, öyleyse…

“…’Düşünüyorum, öyleyse varım’ diş ağrılarını hiçe sayan bir entelektüelin kelamıdır. ‘Hissediyorum, öyleyse varım’ çok daha genel bir kapsamı olan ve yaşayan her varlığı ilgilendiren bir gerçektir. Benliğim temelde sizinkinden düşünceyle ayrılmaz. Çok insan, az düşünce vardır: Hepimiz düşüncelerimizi birbirimize aktarır, birbirimizden ödünç alır, çalarken aşağı yukarı aynı şeyleri düşünürüz. Ama biri ayağıma basarsa, acıyı hisseden sadece ben olurum. Ben’in temeli düşünce değil acıdır, en temel duygu olan acıdır. Acıda, bir kedi bile biricik ve bir başkasıyla yer değiştirmesi olanaksız ben’inden kuşku duyamaz. Acı keskinleşince, dünya yok olur ve her birimiz kendi kendimizle kalakalırız. Acı ben merkezciliğin büyük okuludur…” (Ölümsüzlük – Milan Kundera)

hasat

“Birileri 10 bin pound için banka soymaktan 12 yıl yatıyor. 2 milyonluk poundluk haşhaştan yakalanan hippiler 12 ay yatıyordu. Demek istediğim, gerisini siz anlayın. Çok yanlış bir oyunun içerisindeyiz. Uyuşturucu her şeyi değiştirdi. Unutmamalı ki bu lanet uyuşturucu işi bir gün yasal hale gelecek. Bu işte dönen parayı anladıklarında benim gibi insanlara bırakmayacaklar. Milyon değil, milyarlar. Uyuşturucu limited şirketleri insanlara istediklerini verecek. Bugün sizi eğlendirecek yarın uyuşturacaklar. Biz bugünü konuşalım. Yasak bitene kadar hasadı biçmeye devam edelim.”(Bir Dilim Suç/Layer Cake)

salâvat

“Salâvat getirmenin metafizik yönünü anlatıyoruz ama sosyolojik yönü de güzeldir. Anadolu’da bazı esnafın “salâvat günü” olurdu. Sözgelimi ben bir manavım, bir gün salâvat günü yapıp kendi kendime diyorum ki: ‘Bugün dükkanımdan alışveriş bedava, alışveriş için gelen kimseden tek bir şey isteyeceğim, sadece dükkanımda bir salâvat getirsin, Peygamber benim dükkanımda nılsın, inşallah dükkanıma bereket gelir, aileme feyz getirir.’ Bu adet artık azaldı. Benim başıma Türkiye’de değil de İran’da geldi. Yaklaşık on yıl evvel ailemle İran’da bulunurken çocuğumuz ufak bir rahatsızlık geçirdi. Ne olduğunu çözemediler. Dediler ki ‘Bir doktor var. Amerika’da yaşıyordu; İran’a geri döndü. Bilirse o bilir; işin uzmanıdır ama çok pahalıdır.’ Gittik doktora, muayene etti; ilaçları yazdı. Borcumuzu sordum. Dedi ki ‘Bugün benim salâvat günüm.’ Önce anlayamadım. ‘Tenzilat mı yapacaksınız?’ dedim. ‘Hayır, tek bir şey istiyorum, bu mekanda salâvat getirir misiniz’ dedi.” (Tasavvufa Giriş – Mahmud Erol Kılıç)

yemekten daha önemli

“Ouchha Mbarbk’e çok paran olsa ne yapardın, diye sorduk. Daha çok yiyecek alırdım, dedi. Peki, daha çok paran olsa ne yapardın, diye sorduk. Daha lezzetli yiyecekler alırdım, diye cevapladı. Evindeki televizyonu ve diğer yüksek teknoloji ürünlerini gördükçe, hem Mbarbk, hem de ailesi adına kendimizi sahiden kötü hissetmeye başlamıştık. Ailesinin yiyecek yemeği olmadığını bile bile ne diye bütün bu aletleri almıştı ki? Güldü, ‘iyi ama televizyon yemekten daha önemli!’dedi”(Abhijit Baner-Esther Duflo “More Than One Billion People Are Hungary in the World: But what if the experts are wrong?” Foreign Policy, Mayıs-Haziran)’den aktaran “Medya Ne ki… Her Şey Yalan”)

Eyyam

Bazı kelimeler vardır, nerede kullanılacağını bilirsiniz, veya dyduğunuzda ne demek istendiğini tahmin edersiniz ama yalın olarak ne anlama geldiğini tam olarak bilmezsiniz.

İşte şahsım adına bunlardan birini artık bilinenler tarafına koymak üzereyim. EYYAM.

Read more

Yıgılmıs

Pencereden yola baktı. Köprünün üzerinden yığılmış araçları gördü.

Sonra döndü önüne kül tablası vardı, yığılmış izmaritleri gördü.

Sonra düşünmeye çalıştı, yığılmışlıkları gördü.Bu kafayla birşey yazılmaz dedi, kolayına kaçtı. Köşeyi döndü,

Ayın ikinci cumartesinin ardından gelen pazar sonrası – 14.10.2012

Unutmayın ki, Allah’a yakın olanların korkmaları için bir sebep yoktur; onlar acı ve üzüntü çekmeyecekler. (Yunus:62)

Allah’tan başka veli yoktur. Cenab-ı hak bizi kuşatandır.

Allah ile kulunun arasına başkasının girebileceği bir alan yoktur.

“Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kaf: 16)

Biz Allah’ın mulkuyuz ve Allah mulku üzerinde istediği biçimde tasarruf eder. Mümünlerin bu yakınlığı işlevselliğe dönüştürmek durumundadır. Allah kullarının bu yakınlıktan istifade etmesini ister.

Allah muttakilerin velisidir. Allah ummadığı bir yerden mutttakileri rızıklandırı.

Veli; Allah’ın işlerini üzerine aldiğı insan demektir aynı zamanda. Allah işini üzerine alan insanın işini, üzerine alır.

Allaha zikretmek eğer kulun Allah’tan bir sey istemesine engel olursa Allah o kuluna kendinden isteyenlerin istediklerinin en hayırlısını verir.

bes-on kurus makalesi

AKIL HASTALIĞI KURUMLARINDA BULUNAN YA DA DAHA ÖNCE BULUNMUŞ OLANLAR TARAFINDAN YAZILAN BİRİNCİ SINIF ŞİİR VE DÜZYAZI PARÇALARI ANTOLOJİSİNİ OKUDUKTAN SONRA TARAFIMDAN YAZILAN DAHA ÖNCE YAYINLANMAMIŞ BİRMAKALE

Eskiden “katipler”, eğer isterlerse, masalarının yanındaki duvarlara komik hatta edepsiz yazı kartları koyarlardı ve bu kartlar o zamanlar “beş-on kuruş dükkanları” denen yerlerden satın alınırdı. Hatırlıyorum, bunlardan biri şöyleydi:

“Burada çalışmak için deli olmak şart değil, ama bunun yardımı olur”

(Kurt Vonnegut- Ölümden Beter Yazgılar)

olmak ve görünmek

Küçüktüm. Şimdilerde pek görmediğim özlü sözlerin duvrlarında asılı olduğu bir evdi bizimkisi. İki söz vardı her gece yatarken okuduğum ve ister istemez ezberlediğim. Çocukluğumda bu kadar okumamdanmıdır bilmem anlamını bugüne kadar derinlemesine araştırmamama rağmen etkisini hayatımda gördüğüme inanırım.

Başlıktan da anladığınız üzere bu makaleye yolunuz düşmeden evvel defaatle karşınıza çıkmış bir cümleden bahsediyorum.

Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol
Şevkat ve merhamette güneş gibi ol
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol
Hoşgörürlükte deniz gibi ol
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol

Her ne kadar Mevlana’nın öğütlerini ard arda anlayarak geliyor olsam da son cümle yüzüme su gibi kaya gibi çarpıyor.

İki seçenek (mi) sunuyor Mevlana , ya olduğun gibi görüneceksin ya da göründüğün gibi olacaksın.

İlk bakışta yakalanan iç=dış denklemi. İçin neyse dışın da o olacak. ya içini dışına yansıtacaksın ya da dışını içine. İki seçenek sıralamış Mevlana ama iki yüzlü olmamak için.

Anlamak bir yana olmanın istendiği bir şey. Olduğun gibi görünmek insan fıtratınca anlaşılabilecek bir şey gibi geliyor. Ama sonraki cümleye takılıyorum. Göründüğü gibi nasıl olunur? Mevlana olduğun gibi görün diye de bırakabilirdi cümleyi ama ya da diyerek bunu eklemiş.

İşte buna bakacağım biraz…

baska kapı yok!

Genç bir delikanlı bir mürşide intisap eder. Tekkeye dâhil olduktan birkaç ay sonra bir sabah şeyhinin huzuruna çıkar, nefes nefese, beti benzi atmış ve yaprak gibi titrer bir halde. “Efendim” der utana sıkıla, kızara bozara “bu gece ben çok kötü bir rüya gördüm, söylemeye dilim varmıyor, isminiz cehennemlikler arasındaydı”. Ve gözyaşlarına boğulur. Acı bir tebessümle karşılık verir şeyh efendi. “Evladım” der “ben o rüyayı otuz yıldır görüyorum, ama gidecek başka kapı mı var, ismimi cehennemliklerin arasından silip cennetlikler arasına yazacak O’ndan başka kim var? Bir ümitle otuz yıldır o kapının eşiğinde beklemekten başka çare mi var?”

“…Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları da kendilerini sıktıkça sıkmış, böylece Allah’(ın azabın)dan yine O’na sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı…” (Tevbe 118)

ne hakkında konusalım?

“Eminim, yaşayan bütün canlıların, radyoaktif bir ateş topunun içinde nasıl cızırdayıp patladığını duymaktan bıkıp usandınız. Bunu, bu yüzyılın üç çeyreğinden fazla bir süredir –Hiroşima’daki sarı insanların üzerine atom bombası attığımızdan bu yana, biliyoruz. Onlar kesinlikle cızırdayıp patladılar.

“Her şey olup bittikten sonra bu cızırdayıp patlamalar, nedeni bizim parlak teknolojimiz de olsa eski dostumuz ‘ölüm’den başka nedir ki? Unutmayalım ki Joanne d’Arc da odun ateşinde cızırdayıp patladı. Sonunda öldü. Hiroşima’dakiler de öldüler. Ölüm ölümdür.

“Bilim adamları bütün yaratıcılıklarına rağmen insanları ölüden daha ölü yapacak bir yol bulamazlar. Bu yüzden eğer aranızda hidrojen bombasıyla bombalanmaktan korkanlar varsa ölümden korkuyor demektir. Bunda yeni bir şey yok. Hidrojen bombası olmasaydı da ölüm peşinizde olacaktı. O zaman bu telaş niye?

“Kumarbazların dediği gibi hadi eli yükseltelim. “Ölümden beter yazgılar” hakkında konuşalım…

(Kurt Vonnegut – Ölümden Beter Yazgılar)

mukaddime’den…

“…Ancak şehirlilerden pek azı yerleşik hayatın bu gibi kötü tesirlerinden kendilerini koruyabilmişlerdir.”